Kanuni’nin rüyası ve vasiyeti: Süleymaniye’ye ilham, zamana kalan öğüt
Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Külliyesi’ne ilham verdiğine inanılan rüyası ve ahlâkî mesajlar içeren üç vasiyeti, Osmanlı’da rüyaların yönetimdeki etkisi ve kamusal mimarîye yansıması bağlamında ele alınıyor.

Kanuni’nin rüyası ve vasiyeti: Süleymaniye’ye ilham, zamana kalan öğüt
BİLGE TABİRCİ / İSTANBUL
Osmanlı’da rüyaların devlet yönetimindeki yeri
Osmanlı tarihinde rüyalar, yalnızca bireysel bir bilinçaltı deneyimi değil; kimi zaman siyasî tercihlere, mimarî kararlara ve toplumsal hayata yön veren işaretler olarak yorumlandı. Kuruluş devrinden itibaren aktarılan “göbekten çıkan ağaç” ve “ocaktan çıkan pınar” motifli rüyalar, bir hanedanın kaderini simgeleyecek ölçüde etkili anlatılar olarak kabul gördü. Bu bağlamda Kanuni Sultan Süleyman’ın gördüğü ve Süleymaniye Külliyesi’nin konumuna ilham verdiğine inanılan rüya, geleneğin en bilinen örneklerinden biri sayılıyor.
Süleymaniye’ye ilham veren görü: Tepede buluşma
Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman bir gece rüyasında, Peygamber Efendimizi takip ederek Haliç ve Boğaziçi’ni aynı anda gören, bugün Süleymaniye’nin yükseldiği geniş bir tepeye varır. Sabah olduğunda, şükranla uyanan padişah Mimar Sinan’ı yanına çağırır ve hiçbir açıklama yapmadan rüyasında gördüğü noktaya götürür. Külliyenin bu sahih görüş hattına yerleşmesi gerektiğini söyler. Anlatıya göre Sinan da aynı gece benzer bir rüya gördüğünü belirterek mihrabın ve minberin konumuna dair öneriler sunar. Böylece bir rüya, imparatorluk başkentinin siluetine kazınacak bir mimarî iradeye dönüşür.
Temelden zirveye: Ebussuud, Sinan ve yüzyılın külliyesi
13 Haziran 1550’de, padişahın isteğiyle Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin ilk temel taşını koymasıyla inşaat resmen başlar. Süleymaniye, yalnız bir ibadethane değil; medreseleri, darüşşifası, imareti ve kütüphanesiyle devrin “büyük üniversitesi” niteliğinde planlanan bir külliye olarak kurgulanır. Araziye saygılı, çevresindeki yapıları örten değil, onlarla uyum içinde yayılan bir şehir parçası hedeflenir. İhtişam ve zarafeti birleştiren cami, Türk-İslam mimarisinin dünya ölçeğinde anılan başyapıtlarından biri hâline gelir; Kanuni’nin siyasi ufkunu ve Sinan’ın mühendislik dehasını aynı kompozisyonda buluşturur.
Muhteşem’in üç vasiyeti: Zaman, servet ve kudret
Kanuni Sultan Süleyman’a atfedilen son üç arzu, hükümranlığın fanîliği üzerine çarpıcı mesajlar taşır. İlkine göre, cenazesinin devrin en yetkin hekimlerince taşınması istenir; bu, “en mahir ellerin bile ölüm karşısında aciz kaldığını” hatırlatır. İkincisinde, ömrü boyunca kazanılan ganimetin yol boyunca halka dağıtılması emredilir; servetin öte dünyada hükmünün bulunmadığına dair sembolik bir uyarıdır. Üçüncü arzu, tabuttan dışarı sarkan boş ellerle özetlenir: İnsan, “zamanı tükendiğinde” dünyaya geldiği gibi eli boş gider. Bu anlatılar, ister tarihî kayıt ister ahlâkî öğüt olarak ele alınsın, iktidarın anlamı ve sınırlarına dair güçlü bir hatırlatma olarak bugün de yankı buluyor.
Tarihî yansıma: Rüya ve vasiyetin bugüne söylediği
Kanuni’nin rüyası ile vasiyetleri, bir imparatorun kararlarında manevî göstergelerin ağırlığını ve kamusal mimarîye yüklenen vicdani sorumluluğu işaret eder. Süleymaniye’nin seçilen mevkii, İstanbul’un topografyasına ve ufkuna saygıyı; külliyenin programı, bilgi, şifa ve dayanışmanın devlet aklındaki yerini vurgular. Vasiyetler ise kudretin nihai anlamını “zamanın kıymeti” ile sınar. Bugün, rüyaların kültürel hafızadaki yerini tartışırken dahi, bu iki miras —aklın ve kalbin müşterek dili— topluma ve yönetime dair kalıcı bir ders bırakıyor.